Transatlantik: Halkbank Davası'nda son durum | Suriye'de taraflar anlaşır mı? | Gazze Planı

08.10.2025 medyascope.tv

8 Ekim 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Transatlantik’le karşınızdayız ve bir sürprizimiz var. Gönül Tol, stüdyoda yanımda. Gönül hoş geldin. 
Gönül Tol: Hoş bulduk Ruşen. 

Ruşen Çakır: Ömer yine Washington'da kaldı. O, Trump'ın kötü ülkesinde çile çekiyor. Zaten maaşlarınızı da ödemiyorlarmış Ömer, değil mi? 
Ömer Taşpınar: Vallahi sana bel bağladık Ruşen artık.

Ruşen Çakır: Geçen hafta sen yoktun. İnternetini de kesmişler belli ki, onun için önce seninle başlayalım. Gazze’yle başlayalım Ömer. Geçenlerde birçok güvenilir kaynaktan, iki ayrı Gazze planı olduğuna dair bir şey okudum. Bu ne kadar doğru bilmiyorum ama bir de şunu biliyoruz ki, Trump Erdoğan'dan övgüyle bahsetti. “Hamas'ı yola getiriyor, Hamas'ı ikna ediyor” dedi. Mısır'da görüşmeler sürüyor diye bir bilgi var. Aynı anda Filistinlileri ve İsrail’i memnun edebilecek bir sürecin içinde miyiz yoksa bir aldatmaca mı var? 
Ömer Taşpınar: Görüşmeler Mısır’da, Şarm El-Şeyh’de devam ediyor ve zannediyorum görüşmelere MİT Müsteşarı İbrahim Kalın da katıldı. Uluslararası toplum ve Amerika tarafından, Türkiye’nin Hamas üzerindeki bir etkisi olduğu kabul ediliyor. Hamas'ı ikna etmek gerekiyor. Benim bildiğim kadarıyla bir tane plan var şu anda; Trump'ın 20 maddelik planı ve bunun en önemli maddesi, şu anda tam yerine getirilememiş olan, 72 saat içinde esir takası meselesiydi. Yani, Hamas'ın elindeki İsrailli rehineleri vermesi ve karşılığında da İsrail'in elinde 1,500 kadar Filistinli esiri teslim etmesi söz konusu. Bunların içinde Marwan Barghouti gibi müebbete gitmiş ve neredeyse 20 yıldan beri İsrail'in elinde olan Filistinli, hem Hamas’lı hem de Fetih’li militanlar var. Şu anda Hamas'ın direndiğini tahmin ediyorum ve okuyorum. Hamas'ın direnmesinin nedeni İsrail'in bütünüyle çıkmasını istemesi. Sadece savaşın bitmesini değil, İsrail'in bu bahsettiğimiz 20 plan içindeki geriye çekileceği bölgelerin yeterli olmadığını, Gazze’den bütünüyle çıkması gerektiğini söylüyor. Aynı zamanda, silah bırakma konusunda da direniyor bildiğim kadarıyla. Orada Türkiye'nin, İbrahim Kalın'ın ve Katar'ın devreye girmesi gerek. Hamas'ın silah bırakması, İsrail'in kesinlikle kırmızı çizgisi. Hamas'ın sadece elindeki rehineleri bırakması değil, bu sürecin sonunda teslim olması, yani bütünüyle silahlarını bırakması gerekiyor. Yirmi maddelik planın bir bölümünde de, tabii ki daha sonraki ikinci, üçüncü aşamada, Gazze üzerinde teknokratik bir konsey oluşacak. Buna bir nevi uluslararası manda sistemi de denebilir. Trump'ın başında olacağı, Tony Blair'in de içinde olacağı bir geçiş konseyi oluşturulacak.
Amerika ve İsrail, Hamas'ın hiçbir şekilde görev almayacağı ve Batı Şeria’daki Filistin yönetiminin bile ancak çok derin yapısal reformlar sonrası bu bölge üzerinde hak edebileceği bir denkleme getirmek istiyor. Dolayısıyla ciddi pürüzler var, henüz ortada kesinleşmiş bir mutabakat yok. Hamas ayak diretiyor. Bence, mümkün olduğu kadar elindeki rehinelerin verilmesini, İsrail’in bütünüyle çıkmasına bağlamaya çalışacak. Bu arada tabii Trump'ın bir gözü de gayet ütopik bir şekilde cuma günü açıklanacak olan Nobel Komitesi'nin Barış Ödülleri’nde. Bir iddiaya göre, Trump, Short List'in içinde ve cumaya kadar bu işin hallolmasını istiyor olabilir. Çünkü eğer burada cumaya kadar bir imza olursa, kendisi Nobel Komitesi tarafından Barış Ödülüne layık görüleceğini ümit ediyor. Tabii bu bize şaka gibi geliyor şu anda, çünkü pek gerçekçi değil. Ama kendisinin buna inandığı ve bu nedenle bu kadar “72 saat, 48 saat gibi bir sürede bir an evvel imzalayalım” dediği iddia ediliyor. Bununla ilgili Amerikan basınında bir iki haber de çıktı. Dolayısıyla şu anda ortada böyle aceleye getirilen bir süreç var ve Hamas'ın ne derece bu sürece mutabık kalacağı, elindeki rehineleri hemen bırakıp bırakmayacağı ve en önemlisi de silah bırakıp bırakmayacağı soru işaretleri.

Ruşen Çakır: Gönül sen ne dersin? Bu sene olmazsa bir dahaki seneye Nobel'i alacak mı Trump?
Gönül Tol: Eğer Netanyahu gibi bir hükümete Filistin Devleti’nin önüne açacak bir adım attırırsa alsın onu da ben canı gönülden desteklerim.  Ama burada Ömer'in söylediği şey önemli. Seninle geçen haftaki yayında https://medyascope.tv/2025/10/01/trump-erdogan-gorusmesi-yeni-gazze-plani-video/ konuşmuştuk. Ben şaşırmıştım Hamas ‘’evet’’ dediğinde. Ama yine geçen hafta seninle konuştuğumuzda, bu şartların Hamas'ın kabul edebileceği şartlar olmadığını söylemiştim. Birincisi, bu 20 maddelik planın içerisinde bir takvim yok. İsrail tamamen çekilmeyeceğinden bahsediyor.  Bu, Hamas'ın kabul edebileceği bir şey değil. Filistin Devleti’ne vurgu çok muallak, detaylar ortada yok. Bu, Hamas açısından bütünüyle teslim olmak anlamına geliyor. O yüzden Hamas'ın bunu kabul etmesini ben çok güç buluyorum. Ama geçen hafta “Eğer kabul ederse, ‘evet’ dese bile bunun ardından şartları gelecek” demiştim. “Trump'ı kızdırmamak için, barış anlaşmasını kabul etmeyen taraf olarak görülmemek için ‘evet’ diyebilir.  Ama o ‘evet’in ardından şartları gelir” demiştim ve nitekim böyle oluyor. Aslında Hamas’ın savaş başladığından beri talep ettiği şeyleri talep etmeye devam ettiğini görüyoruz. İsrail bütünüyle silah bırakmasını istiyor, Hamas buna karşı çıkıyor.  Ya da İsrail'in tamamen Gazze’den çekilmesini istiyor ve İsrail buna “Bu benim kırmızı çizgim” diyor.  O nedenle şimdi bugün yapılan müzakerelerde taraflar, pazartesiye göre bir parça daha ümitli olduklarını söylediler. Ama ben, Hamas'ın talep açısından hâlâ aynı noktada olduğunu görüyorum. O yüzden de bekleyip göreceğiz. Bugün yapılacak açıklamalar çok önemli.
Netanyahu hükümeti bir Filistin devletinin kurulmasını yerleşkelerle çok güçleştirdi. Yine de Filistin meselesinin çözülmesi için ona hem vurgu yapılması hem onun için bir yol haritası ortaya koymak çok önemli. Ama diğer taraftan, Gazze'de insanlar ölmeye devam ediyor. O yüzden yani bir ateşkese varılması tabii ki pozitif bir gelişme, tabii ki bunu diliyorum. Ama bir ateşkese varılsa bile, diyelim ki Hamas bir uzlaşıya vardı, bazı taleplerinden vazgeçti, nihayetinde çok büyük bir problem olarak bir Filistin Devleti’nin eksikliği orada ortada duruyor. Bu olduğu sürece de bu çatışma şiddet üretmeye devam edecek. Nitekim Hamas'ın içerisindeki daha radikal fraksiyonlar “Trump'ın öne sürdüğü plana kesinlikle karşıyız” dediler.  Kısaca hâlâ çok muğlak olan ve havada asılı duran pek çok şey var bugün. 

Ruşen Çakır: Peki, o zaman bir de Suriye'ye bakalım Ömer. Suriye'de Halep civarında, Kürtlerin denetimindeki Suriye Demokratik Güçleri ile Suriye'deki geçici yönetimin güçleri arasında küçük çaplı bir çatışma yaşandı. Tom Barrack ve CENTCOM Komutanı Brad Cooper, önce Haseke'de Mazlum Abdi'yle görüştüler, sonra da önceki gün görüştüler.  Dün de Şam'da bir görüşme oldu. Mazlum Abdi, yanında iki kadın yönetici ile birlikte Ahmet eş-Şara ile Amerikalıların nezaretinde görüştü ve ateşkes kesinleşti. Ama diğer konular ve 10 Mart mutabakatının hayata geçirilmesi konusunda çok ciddi bir ilerleme yok. Bir anlayış birliği gibi çok yuvarlak laflar var. Anladığım kadarıyla, Şam Deyrizor’u geri istiyor ya da SDG'nin orayı bırakmasını istiyor, SDG de onu elinde bir koz olarak tutmak istiyor gibi hususlar var. Yine kilitlenmiş bir durumda. Orada Amerika Birleşik Devletleri'nin bastırması yeterli olabilecek mi iki taraf için? Çünkü nedense Aleviler ya da Dürziler o kadar çok önemli gözükmüyor şu aşamada. James Jeffrey'nin Washington Institute'da yayımlanmış yeni bir makalesini okudum. O da en önemli ve âcil meselenin Kuzeydoğu’daki güçlerle Şam’ın anlaşması olduğunu söylüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan Azerbaycan dönüşünde de yine aynı konuda vurgu yaptı. Ankara'nın istediği silahları bırakıp bireysel olarak Suriye Ordusu’na katılmaları formülü pek kolay gerçekleşebileceğe benzemiyor. Ne diyorsun, yine kaldığımız yerde miyiz? 
Ömer Taşpınar: Şam'ın önünde çok ciddi yapısal sorunlar var. Hafta sonu bir seçim yapıldı ve bu, uluslararası basın tarafından da bayağı ele alındı.  Bu seçim, sözde yeni bir parlamentonun kurulması için. Parlamentonun üçte biri zaten seçilmiyor, eş-Şara tarafından direkt atanıyor. Geri kalan üçte ikisi ise, zannediyorum toplam 120 kişi, 1,700 kişinin katıldığı alt komitelerin atayacağı isimler. Buna seçim diyorlar ama seçim değil aslında. Kürtlerin, SDG'nin elinde olan Rakka, Haseke gibi bölgelerde zaten seçim yapılmadı, alt komiteler bir araya gelmedi. Şam'ın ülkede ne kadar egemen olduğuna baktığımızda, SDG’nin hâkim olduğu bölgelerde, bu yarım yamalak yapılan seçim bile yapılmadı. Ayrıca, güneyde Süveyda bölgesinde de seçim yapılmadı. Dolayısıyla, henüz egemenliğini, şiddet tekeliğini eline alamamış bir Şam'ın bir şekilde meşruiyet arayışıyla karşı karşıyayız. Bu meşruiyet arayışı, Lazkiye sahil bölgesinde binlerce kişinin katliamı sonrası, çok büyük yaralar aldı. Süveyda’daki Dürzilerle çatışma sonrası yeni bir darbe aldı. Tabii ki Kürtler, SDG bunu izledi. Silah bırakma meselesi ve bu güçlerin Suriye Ordusu’na bir şekilde entegrasyonu, Alevilerle Dürzilerin başına gelenleri gördükten sonra SDG açısından iyice zor hale geldi.
SDG zaten şu anda yaklaşık 60 bin kişilik bir orduya sahip. Arkasında Amerika'nın lojistik desteği de olan bir ordu bu. Zaten ne zaman SDG ile Şam arasında bir ihtilaf çıksa, senin de söylediğin gibi, Amerika hemen devreye giriyor. Amerika, her ne kadar Suriye’den çıkması bekleniyor olsa da, çıkmaya bir niyeti yokmuş gibi davranıyor. SDG'nin arkasında askeri olarak CENTCOM’un, siyasi olarak Beyaz Saray’ın, Tom Barrack'ın, Amerika'nın desteği hâlâ devam ediyor. Tabii ki SDG'nin entegrasyonunu kâğıt üzerinde istiyorlar. Çünkü Türkiye bunu diretiyor. Türkiye de çok önemli bir aktör. Bu arada, Türkiye entegrasyon konusunda Ahmet eş-Şara üzerinde de büyük baskı kuruyor. Gönül daha hâkim olabilir konuya ama benim anladığım kadarıyla, Ahmet eş-Şara kısmi bir federasyona, adem-i merkeziyetçiliğe ‘’evet’’ derken, bu konuda ‘’hayır’’ diyen, kırmızı çizgileri çok sert ve kalın olan Türkiye. Ankara, herhangi bir şekilde burada polis güçlerinin veya siyasi açıdan bir federatif bir yapının olmasını, SDG'nin, Kürtlerin kendilerinin yönetebileceği bir bölgeye sahip olmalarını bütünüyle reddediyor. Halbuki dinamikler bütünüyle Şam'a kalsa Ahmet eş-Şara daha esnek davranabilecek gibi bu konuda. Ama Türkiye bir yandan kendine yakın Suriye Milli Ordusu dediğimiz milislerle baskı kuruyor. Bir yandan da sürekli sert demeçler vererek hâlâ askeri bir müdahaleden bahsediyor. Şam’ın da henüz bu şiddet tekelini kıramamış olması, Lazkiye bölgesinde, kendi askeri güçlerinin, milislerinin bu katliamlara katılmış olması, Süveyda'da yaşananlar, ortada doğru dürüst bir Suriye ordusu olmadığını, HTŞ’nin, Kürtlerin sahip olduğu kadar düzenli bir orduya sahip olmadığını, emir-komuta zinciri kuramadığını gösteriyor. 
Ülkede meşruiyet kazanmaya çalışan bir hükümet var, seçim yapıyor ama bu seçimlerin seçim olmadığı da ortada. İki yıllık bir geçiş döneminden bahsediliyor. Bu, halkın sandığa gittiği bir seçim olmadı. Zaten demin dediğim gibi toplam 1,700 kişinin oy kullandığı, alt komitelerin atamalar yaptığı bir meclis ortaya çıkacak ve meclisin üçte birini de Ahmet eş-Şara kendisi belirleyecek. Yani ortada bir demokratik süreçten bahsetmek de mümkün değil.
Şu anda tek iyi gelişme, bu hafta sonu Halep’teki iki Kürt bölgesi olan Şeyh Mahsud ile Eşrefiye’deki yaşanan çatışmaların çok ciddi ölümler vermemesi ve bir ateşkese gidilmesi. Orada da büyük olaylar çıkabilirdi, SDG ile HTŞ'nin karşı karşıya geldiği bir çatışma, çok daha kanlı olabilirdi. Nitekim, HTŞ askerleri bu iki bölgeye, Şeyh Mahsud ile Eşrefiye’ye tanklarla girmeye çalışmış ve orada tabii ki SDG güçleri direnmiş. Ortada gerçekten SDG’nin bırakmak istemediği bir iktidar alanı var. Sadece Haseke, Rakka gibi kuzeydoğudaki bölgeler değil, Halep'in içinde de görüyoruz ki henüz iktidarı eline geçirememiş bir Şam hükümeti olduğunu görüyoruz. Halep'in bazı bölgelerinde, şiddet tekelini eline alamamış, kendi askerini oturtamamış, SDG'nin kendi bölgelerini kurduğu bir yapı var.
Jim Jeffrey’in makalesine ben de baktı. Ortada Alevilerin ve Dürzilerin ne olacağı konuları var ama en büyük soru işareti, organize bir güç olarak, belki de Şam'dan daha güçlü bir askeri yapısı olan SDG'nin ne yapacağı en büyük soru işareti. SDG'nin arkasında da Amerika var, bunu unutmamak gerek. Suriye şu anda kritik bir dönemden geçiyor. Bu kritik dönemin, Türkiye'nin içinden geçtiği Abdullah Öcalan'la süreç konusunda da çok ciddi etkileri olacak. Türkiye bir silahlı müdahalede bulunursa, kendisi girerse, Türkiye'de zaten işlemeyen süreç daha da aksayacak. Selahattin Demirtaş olayını sen de ele aldın. Selahattin Demirtaş'ın bırakılması söz konusu gözükmüyor. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarına karşı çıkıyor. Bu konuda da herhangi bir esneklik göstermiyor. İçinde olduğumuz bu Suriye tartışmaları, Türkiye'nin de kendi iç siyasi ve bir şekilde bir huzura kavuşma, terörü sonlandırma olarak adlandırılan bu süreçle de çok yakından ilgili. Gerek Türkiye içindeki gerek Suriye içindeki Kürtleri çok ilgilendiren bu iki süreçte de iyi bir noktada olmadığımız bence apaçık ortada. 

Ruşen Çakır: Gönül, şu anda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suriye Dışişleri Bakanı Hasan Şeybani ile Ankara'da basın toplantısı yapıyor. Görüşme olmuş. Zaten Şeybani ve eş-Şara Ankara'ya çok sık geliyorlar ya da bizimkiler Şam'a gidiyor. Tam görüşmeler yapıldığı sırada bu ziyaretin olması anlamlı. Hakan Fidan “IŞİD'le mücadelede SDG devre dışı bırakılmalı” demiş. SDG'nin başından beri en önemli kozu, IŞİD’le mücadele. Türkiye de ‘’bunu biz üstleniriz’’ diye epeydir söylüyor ama Amerika buna pek ikna olmadı galiba ki yine SDG ile bunu sürdürmeye çalışıyor. Ömer'in de okuduğunu söylediği makalede Jim Jeffrey, birtakım kampların sorumluluğunu üstlenme konusunda, Şam’ın çok da hevesli olmadığını söylüyor. Bu önemli bir tartışma konusu.
Gönül Tol: Ahmed eş-Şara, o kampları Türkiye’nin de kontrol etmesini istemiyor. Şöyle bir şey var Ruşen: Hatırlarsan, bundan birkaç ay önce yaptığımız bir Transatlantik’te ben Suriyeli bir bakanla konuştuğumdan bahsetmiştim. O zaman o bakan bana, “Aslında bu kadar merkezi bir hükümet yapısının gerçekçi olmadığını biliyoruz biz” demişti. Söylediği en kritik şeylerden bir tanesi buydu. İkincisi, “Şam'ın SDG'ye karşı bir askerî harekâtı yapabilmesi söz konusu değil. Bizim böyle bir ordumuz yok. Bunu Türkiye yapacaksa, bu da bizim meşruiyetimiz açısından ve bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz açısından çok sıkıntılı bir şey” demişti. Ben o söylediklerini çok çarpıcı bulmuştum. Çünkü Batılı başkentlerde ve Türkiye'de, Erdoğan'ın Şara üzerinde yüzde yüz kontrolü olduğu algısı var. Böyle bir şey yok. Birincisi, belli noktalarda farklı düşünüyorlar. Ömer'in söylediği gibi, Şara'nın etrafında federasyon meselesinde daha pragmatik düşünen bir ekip var ve onlar “Biz henüz sınırlarımızı kontrol etmekte zorlanırken, bu kadar merkezi bir hükümet kurma çabamız çok gerçekçi değil. Belki kâğıt üstünde olmasa da belli özellik verilebilir” düşüncesi var.  İkincisi de ‘’Amerikan silahlarıyla donatılmış 60 bin kişilik bir güçten bahsediyoruz. Bizim onlara karşı bir saldırı başlatmamız hem askerî açıdan sorunlu hem de diplomatik açıdan sorunlu.’’
Kürtler, özellikle Suriyeli Kürtler IŞİD'le mücadeleleri nedeniyle Batılı başkentlerde sempatiyle izlenen bir grup. Batı'dan yatırım çekmeye çalışan, Batı'dan meşruiyet arayışında olan bir Şara yönetiminin şu anda Suriyeli Kürtlere böyle bir askeri operasyon başlatması, askeri olarak çok zor olmakla birlikte, diplomatik olarak da riskli bir şey. O yüzden aynı sayfada değiller. Bir taraftan bir maksimalist talepleri olan bir Ankara var. Ankara ne diyor?  Bütünüyle silahsızlandırılsın, bireysel olarak orduya entegre edilsin, kesinlikle federalizm vs. özerklik konuşulmasın diyen bir Ankara var. Öbür tarafta da bunun çok da mümkün olmadığını gören bir Şam yönetimi var.
Jim Jeffrey'in o bahsettiğin yazısını ben okumadım fakat ben onunla dün aynı toplantıdaydım. Birkaç şey söyledi. Jim Jeffrey neden önemli? Çünkü Amerika'nın Suriye politikasının hayata geçirilmesine çok önemli rol oynamış bir isim. Söylediklerinde bana çarpıcı gelen şeylerden bir tanesi, “Hemen bugün YPG'den kurtulmak gibi bir şey söz konusu değil. Suriyeli Kürtlerin silah bırakması gerçekçi değil. Yapılması gereken, Kürtlerin güven artırıcı adımlar atması. Bunun için de sınırın kontrolünün Şam’a bırakılması önemli bir adım” diyor.

Ruşen Çakır: Evet, makalede var o. 
Gönül Tol: Makalede bahsediyor ama makaleyi okumadım. Kürtler açısından bir diğeri de bu petrol mevzusu. Petrolü kontrol ediyorlar. Orada bir uzlaşıya varılabilir. O toplantıda, Suriye’de Jim Jeffrey ile çalışmış bir Amerikalı da vardı. O da “Biz yıllardır Deyrizor'dan vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyoruz “dedi.  Deyrizor neden önemli? Orada Arap çoğunluk var. Deyrizor’dan vazgeçilmesi Türkiye'nin de istediği bir şey, çünkü o zaman o otonom bölgede bir gedik açılmış oluyor. Ama Jim Jeffrey'nin de söylediği şey, bunlar en zor ulaşılması gereken şeyler. Ondan önce yapılacak olan, güven arttırıcı adımlar başka şeyler. Yani silahlarını bırakmaları, entegre olmaları değil, ona daha çok yolumuz var demeye getirdi ve ben bunu çok gerçekçi bir yaklaşım olarak buluyorum.

Ruşen Çakır: Dünkü Türkiye gazetesinin manşetini göstereyim. “YPG'yi birlikte vuracağız, Ankara'dan Şam'a tam destek.” Bu, dün çıktı. Tam da o toplantının yapıldığı zamanda. Böyle bir ilginç bir durum.
Gönül Tol: Bunun neyi halledeceğini ben çok anlamıyorum. Çünkü Türkiye açısından da bu çok riskli bir şey. Şam açısından zaten riskli. Suriyeli Kürtleri beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama dediğim gibi, Batı dünyası Suriyeli Kürtleri IŞİD’e karşı kahramanca savaşmış askerler olarak görüyor. Batı'da Suriyeli Kürtlerin bir destek bazı var. Böyle bir dönemde eş-Şara için Batı'nın desteğine ihtiyaç duyan bir Şara, birden Kürtleri öldürmeye çalışıyor. Bu, Şara açısından hoş bir resim değil. Birincisi bu.
İkincisi, Türkiye girecekse, Türkiye’nin girip, Esad günlerindeki gibi askeri bir operasyonla YPG'ye saldırması Türkiye açısından neden problemli?  Şam açısından niye problemli olduğunu biliyoruz, Türkiye açısından niye problemli? Türkiye de mümkün olduğu kadar ‘’Suriye'de bütün kontrol benim elimde değil’’ mesajı vermeye çalışıyor. Hem bu gerçek olduğu için hem de o mesajı vermek, her ne kadar Ankara ile ilişkileri normalleştirmiş, geliştirmiş olsa da, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ya da diğer bölge ülkeleri, Ankara'nın hâlâ dominant bir rol oynamasını istemiyor Suriye'de. Türkiye, o mesajı, algıyı ve imajı pekiştirmek istemiyor.  Bu bir. 
İkincisi, Türkiye, Şam'ın kendi ayakları üzerinde durduğu imajının verilmesini istiyor. Batı’ya “Artık biz sınırlarımızı kontrol ediyoruz.  Kurumlarımız işliyor. Bakın şahane seçimler de yaptık. Her şey yolunda” mesajı vermek istiyor. Böyle bir mesaj vermeye çalışırken, Türkiye’nin askerleriyle girmesi ya da dolaylı olarak Şam'ın bu operasyonunu desteklemesi, bana Türkiye açısından da çok riskli geliyor. Bir de IŞİD'le mücadeleye yapılan bir vurgu vardı. Türkiye niye şimdi söylüyor bunu?  CENTCOM bunu uzun zamandır söylüyordu ama daha geçen hafta Amerika yönetimi “Asker çekmiyoruz Suriye'den, çünkü IŞİD'in palazlanmasından endişe ediyoruz. IŞİD’le mücadele için önemli” dedi. Muhtemelen Hakan Fidan'ın açıklaması ona yanıt.  Ama IŞİD ortaya çıktıktan sonra, Kobani ile YPG, IŞİD ile mücadelenin 2014 yılından itibaren bir parçası oldu, değil mi?  Amerika'nın müttefiki oldu. Türkiye'nin o zamandan beri söylediği bir şey zaten bu. “Bırakın, niye YPG ile çalışıyorsunuz?  NATO'nun ikinci büyük ordusu var, biz varız, biz yapalım” diyor.
Ben, daha önceki CENTCOM Komutanı Joseph Votel’le konuşmuştum. Türk hükümetinin ne dediğini sormuştum. “Başından beri, IŞİD yükseldikten sonra ve biz YPG ile çalıştığımızdan beri hep ‘YPG ile çalışmayın, biz size Arap Ordusu kuracağız ya da bizim ordumuzu kullanın’’ diyorduk. Ama Türkiye hiçbir zaman operasyonel açıdan, bizim güvenle IŞİD ile mücadeleyi teslim edebileceğimiz bir ordu, savaşan güç üretemedi” diyor. Bu, Joe Votel'in bana direkt CENTCOM komutanı olarak söylediği bir şeydi. Kitabımda da kullandım bunu, o yüzden burada paylaşıyorum. O yüzden şimdi de Türkiye’nin çıkıp, “Bu mücadelenin bir parçası YPG olmasın, bunu biz yapalım” demesini muhtemelen Washington çok da satın almıyor. 

Ruşen Çakır: Son olarak Halkbank'ı konuşalım. Bu konuya sen daha hâkimsin Gönül, önce seninle başlayalım, sonra Ömer'e de söz vereceğim. Bu Halkbank meselesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a nedense Washington dönüşü sorulmadı ama Azerbaycan dönüşü sordular. Erdoğan “Sayın Trump’la gerek Amerika'daki temaslarımızda gerek son telefon görüşmemizde Halkbank’ın problemi bizim için bitmiştir. Tabii bu önemli bir siyasi irade beyanıdır. Bizim için de kıymetlidir. Diğer yandan tamamlanması gereken bazı süreçlerin olduğunu da biliyoruz. Temennimiz bu süreçlerin bir an önce olumlu şekilde neticelenmesidir’’ diyor. Yani, kısa süre içerisinde bu iş hallolacak. Çünkü Başkan Trump devreye girdi.’’ Hakikaten böyle mi olacak? 
Gönül Tol: Evet, zaten hatırlarsan, Trump-Erdoğan görüşmesinden bir gün sonra ben Twitter'da, Trump yönetimi içindeki kaynaklarımdan duyduklarımı aktarmıştım ve “Bu görüşmeden çıkan en somut sonuç aslında Halkbank meselesi oldu” demiştim. Konuşulan bir rakam vardı. Benimle paylaşılan rakama göre Türkiye, Halkbank ,100 milyon dolar ödeyecek. Bunu hem Bloomberg hem de Reuters bugün haber yaptı. Reuters kendi kaynaklarına dayandırarak onu doğrulamış. Burada kritik nokta neydi? Ama Halkbank o suçu kabul etmeyecek. Bu anlaşmanın Türklerin sunduğu şey buydu.  Bana söylenilen, Trump yönetimi tarafından da buna okey denmiş. Bu neden önemli?  Halkbank uzun zamandır “Biz burada yargılanamayız, bizi muaf tutun” diyordu. Ama Yüksek Mahkeme bunun böyle olmadığına karar verdi ve ‘’Halkbank yargılanabilir’’ dedi.  Türkiye'de özellikle muhalif çevreler bunu, “Erdoğan Trump'tan Halkbank'ta bile bir şey alamamış” diye yorumladı. Bence o yanlış bir yorum. Çünkü geçen yıl Temyiz Mahkemesi'nde yine görülen Halkbank duruşması sırasında, Amerikan Adalet Bakanlığı'nın avukatı şöyle dedi: “Bu tür, Amerikan'ın dış politikasını ilgilendiren davalarda yürütmenin karar yetkisi vardır. Dolayısıyla aslında bu davanın karar vericisi biziz” demeye getirdi. Hâkim de buna onay verdi ve “Evet, bu tür davalarda biz genelde kararı yürütmeye bırakıyoruz” dedi. Bunu da Halkbank'ın avukatına söyledi. Bütün bunlar ne demek oluyor?  Yüksek Mahkeme nasıl bir karar almış olursa olsun, nihayetinde burada Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı'nın, Adalet Bakanlığı'nın kararı etkileme yetkisi var. Dolayısıyla Trump çok rahat Erdoğan'a “Evet 100-150 milyon dolar neyse ödeyin -Türklerin konuştuğu rakam 100 milyon dolar- ve Halkbank kabul etmesin, bu meseleyi kapatalım” demiş olabilir. Benim kontaklarımdan duyduğum şey bunu söylediği yönünde. 

Ruşen Çakır: Ömer Bey, siz ne diyorsunuz?  Her ne kadar orada hükümet kepenkleri indirmiş olsa da bu konularda bir şeyler duymuşsundur. Dosya kapanıyor mu?
Ömer Taşpınar: Gönül'ün anlattığı Amerikan Adalet Bakanlığı'nın bu konuda yetkisi var konusu, biraz yoruma açık. Çünkü Halkbank'ın temyiz talebinin Yüksek Mahkeme tarafından reddedilmesiyle beraber, dava tekrar New York'taki Federal Mahkeme’ye gidiyor. Federal Mahkeme de tabii ki Adalet Bakanlığı'ndan gelecek rapora, oradan gelecek etkiye de bakacak. Fakat daha önce bu tür davalarda, mesela Fransa'nın BNP Paribas davasında da aynı dinamikler söz konusuydu. BNP Paribas 9 milyar dolar ceza ödedi ve orada da Fransa hükümeti devreye girmeye çalıştı. Aynı şekilde “Yabancı devlet dokunulmazlığı” dedi. Çünkü Paribas'da da bir devlet oranı vardı. O nedenle, Halkbank meselesinin 100 milyon dolara kapatılabileceği konusunda ben o kadar emin değilim. Türkiye bunu bütünüyle Adalet Bakanlığı'nın kendi üzerine alabileceğini ve Federal Mahkeme’deki savcının, bir şekilde olayı Adalet Bakanlığı’na bırakabileceğini düşünüyor. Burada Trump da tabii ki devreye girebilir. Ama bu 100 milyon dolara kapatılır mı yoksa daha yüksek bir pazarlık söz konusu olur mu? Benim gördüğüm rakam 1 milyar dolara kadar çıkabilecek, hatta 1-2 milyar dolar civarında bir rakamdan bahsediliyor. Türkiye'nin istediği şey gayet düşük bir oranda bunu kapatıp, üstüne de herhangi bir şekilde Gönül’ün söylediği gibi suçu kabullenmemesi. Zira eğer Türkiye suçlu bulunursa, bu, ileride tekrar Erdoğan'ı ve ailesini de içine alabilecek davalar açılabileceği anlamına geliyor. Ne derecede, New York Federal Mahkemesi bu konuda bütünüyle Adalet Bakanlığı'na yetkiyi bırakacak ve Adalet Bakanlığı'nın belirleyeceği bir rakama gelinecek? Ne derecede, Federal Mahkeme’de savcı diretip daha yüksek bir rakamdan söz edecek ve Türkiye'den bir ödeme olacaksa, bunun, Türkiye ödeme yapıyorsa suçluluğunu kabul etmesi anlamına geleceği konusunda henüz karar verilmedi. Türkiye bunu 100 milyon dolara kapatmayı planlıyordu. Beyaz Saray'da da bu konu konuşuldu. Trump buna kendisi teşne, kendisi halletmek istiyor bu meseleyi. Erdoğan için önemli olduğunu biliyor. Ama Amerika'da yargının bu konularda hâlâ söyleyecek bazı şeyleri olduğunu da kabul etmek gerekiyor. 
Bu, şunu gösteriyor: Normalde, bu tür Beyaz Saray ve Oval Ofis görüşmelerinde meseleler daha önceden tartışılır ve bir takvime bağlanır. Mesela burada, Türkiye'nin Yüksek Mahkeme'nin temyiz talebini kabul etmesi konusunda bazı beklentileri de vardı. Bu temyiz talebini kabul etmemesi, alt mahkemeye tekrar gidilmesi, Türkiye'nin aslında çok da beklediği bir şey değildi. Bir şekilde Yüksek Mahkeme’den de yabancı devlet dokunulmazlığı konusunda kabul çıkabileceğine inanıp, 100 milyon dolarla bu işi halletmek istiyordu. Tabii ki aynı şekilde, daha büyük mesele olan demin konuştuğumuz Suriye’de YPG meselesi de Beyaz Saray'da konuşuldu, ama hemen bir hafta sonrasında yaşanan olaylar ortada.  Amerika'nın YPG'nin arkasında durduğu ortada. Şunu söylemeye çalışıyorum; bu tür ziyaretlerde dosyalar önceden hazırlanır ve iki lider arasında bir çözüme kavuşturulur.  Şu anda ne Halkbank konusunda ne de Türkiye için stratejik önemi çok büyük olan SDG konusunda, Türkiye ve Amerika aynı sayfada değil. Daha yeni şunun şurasında bir hafta önce bir görüşme oldu. Amerika hâlâ SDG'nin bütünüyle arkasında.
Peki ne elde etmeye çalıştı Türkiye? SDG'nin arkasında duran bir Amerika var. Bugün savaştan bahseden bir hükümet var. Peki, bu ne anlama geliyor?  Türkiye gazetesinin bahsettiği manşete bakarsak, yarın Türkiye, gerçekten Suriye’ye girerse… Orada bin Amerikan askeri var. İki bin asker vardı, rakam azaltıldı, bin, bin beş yüz arası Amerikan askeri var. Bu Amerikan askerleri SDG ile beraber çalışıyorlar. SDG'ye bir operasyon yapıldığında sahadaki Amerikan askerleri ne olacak? SDG her meseleye girdiğinde, arkasında CENTCOM Komutanı, Amerikan Büyükelçisi de toplantılara giriyor. Türkiye ne Halkbank konusunda ne de SDG konusunda istediğini almış durumda. Bir de bunun üstüne başka meseleler de çıktı. Rusya konusunda yaşanacak enerji meselesi bunlardan bir tanesi.  CAATSA konusunda henüz belirlenememiş durumlar var.
Ortada, aslında çok büyük bir yeni dönem, başarılı bir Türkiye-Amerika ilişkisi varmış gibi konuşuluyor. Ama Halkbank'tan SDG'ye, CAATSA’dan F-35'e, S-400'lere kadar, yapısal konularda bir küçük adım bile atılmış durumda değil. Bu da gösteriyor ki, Oval Ofis’teki zirve çok da başarılı olmadı; Türkiye'nin istediği şeylerin gerçekleştirilebileceği somut bir takvim veya bir adım çıkmadı. Türkiye sürekli ‘’bir an evvel gelelim’’ diye bastırdı. Ama onlardan önce, dosyaların pişirilmesi, hazırlanılması ve bir mutabakata varılması gerekiyordu. Bu konularda şu anda mutabakattan çok uzak durumdayız ve potansiyel olarak da patlayabilecek çok ciddi olaylar var.  Halkbank, belki de bunların içindeki en önemsizi. Ama şu anda, gerek Türkiye-Rusya ilişkileri açısından olsun, gerek bu F-16'lar, F-35'ler olsun, gerek CAATSA olsun, gerek SDG’ye Amerika'nın yardımının devam etmesi olsun, bir dirhem yol alınmış durumda değil gibi gözüküyor bana. Bu da Türkiye-Amerika ilişkilerinde bir başarısızlığı gösteriyor. Kozmetik olarak iki lider arasında çok iyi bir hava olmasına rağmen, somut bir gelişme, somut olumlu adımlar yok ortada. 
Gönül Tol: Ömer “En önemsiz konu Halkbank” dedi ama aslında öyle değil. Erdoğan için en önemli dosyalardan biri Halkbank. Trump'ın birinci Başkanlığı döneminde de her telefon görüşmesinde en çok konuşulan şeylerden biri Halkbank'tı. Çünkü Erdoğan'ın kendisini ve ailesini etkileyebilecek bir durum var burada. O yüzden Erdoğan açısından en önemli dosyalardan biri Halkbank. 
İkincisi, Mehmet Şimşek ekonomiyi toparlamaya çalışıyor ama eğer 1-2 milyar dolarlık yüksek bir ceza gelirse, o açıdan da 2028 seçimleri öncesi bunun bir bedeli olacak. O yüzden ben çok önemsiz olduğunu düşünmüyorum, hatta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat şunu söyleyeyim: Ömer “Bilmiyoruz bir şey verildi mi?” dedi ya… Eğer yanlış anlaşıldıysam şunu düzeltmek istiyorum: Ben, “Evet Trump yapar bunu, 100 milyon dolara kapatılacak” demiyorum. “Trump bunu yapacağını söyledi” diyorum. Bu, Türkiye'nin istediğiydi, 100 milyon doları Türkiye zikretti. “Biz suçu kabul etmeyeceğiz” dedi, Trump da buna “Tamam” dedi. Burada yasa da, mahkemeler de, yürütmenin, Amerikan Başkanı'nın, Dışişleri Bakanlığı'nın karar alma sürecinde bir etkisi olduğunu kabul ediyor. Ama bu şu demek değil. 
Ömer Taşpınar: Belirleyici değildir, etkisi vardır ama sırf o değil.
Gönül Tol: Hayır, olabilir diyorum. 

Ruşen Çakır: Durun kavga etmeyin. 
Gönül Tol: Edelim. Şunu söylüyorum: Bunun olasılığı var, onu anlatmaya çalışıyorum. Yüksek Mahkeme’nin aldığı karar “Tamam, mahkeme devreye girdi. Trump yönetimi hiçbir şey yapamaz” anlamına gelmiyor. Bunu söylüyorum. Yasada böyle bir yetkisi var, Beyaz Saray müdahil olabilir. Trump da bunu yapmak istediğini söyledi. Ama yapar mı, o bambaşka bir soru. Onu netleştirmek istiyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyalım Ömer Bey. Bir dahaki yayına seni bekliyoruz stüdyoya. Ama sizin kepenkler indi, hiçbir yere uçak bileti de alamazsın sen. Evet. Transatlantik'i sonlandırıyoruz. Ömer Taşpınar'a ve Gönül Tol'a çok teşekkürler, izleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
19.10.2025 DEM Parti’nin sürece hazırlıksız yakalandığı anlaşılıyor
17.10.2025 DEM Parti heyeti İmralı’ya tünel mi kazdı?
16.10.2025 İktidarın hedefinde LGBTİ+ var
15.10.2025 Bahçeli’den bu sefer de Alevi açılımı
14.10.2025 Öcalan’dan Demirtaş’a değil, Demirtaş’tan Öcalan’a mektup gitti
14.10.2025 Milliyetçi partiler birleşir mi?
13.10.2025 Öcalan medyanın dilinden rahatsız olmakta haklı mı?
13.10.2025 Roj Girasun ile söyleşi: Demirtaş niçin tahliye olmadı? Çözüm sürecinin Irak, Suriye ve İran ile ilişkisi
12.10.2025 Öcalan çağırdı, sürgündeki Kürt siyasetçiler bavullarını hazırlamaya başladı
12.10.2025 Türkiye’de bir şeyler çözülür diye yurtdışında ödleri kopanlar var
19.10.2025 DEM Parti’nin sürece hazırlıksız yakalandığı anlaşılıyor
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı